Uzun zaman önce, yapamadığımı ya da başaramadığımı düşündüğüm şeyler için sıklıkla birilerini suçlardım. Bana izin verilmediğini, önümün kesildiğini düşündüğüm çok şey vardı. Ben yapabiliyordum ama ya onlar görmüyordu ya görmek istemiyordu ya da görmezden geliyordu. Bu kısır döngüde yıllarımı geçirdikten sonra, hayatta neyi istedim ve neyi yapamadım çok düşündüm. Yoktu. İstediğim şeyleri, öyle ya da böyle, şu zamanda ya da o zamanda bir şekilde yapmıştım. Benim aslında “önümü kestiler” (böyle deyince o malum video geldi aklıma :) dediklerim, gerçekte tam istemediklerim, emin olamadıklarım, gönlümün şarıl şarıl akmadıklarıymış… Mesela ben aslında TV sektöründe çalışmak istemiyordum, film sektöründe çalışmak istiyordum ama para kazanmak için televizyonda çalışmam gerektiğini düşünüyordum. Halbuki benim ağdalı bir TV dizisi kalemim olmadığı için, ben istemeye istemeye o sektörde varolmaya çalışıyordum. Hayatı çok bilmeyen (Teşvkiye'de doğup büyümşsün sen), fakirin derdinden anlamayan (özel okullarda okumuşsun sen), sol görünümlü sağ olan, kabiliyetinin olmadığı bir alanda debelenen gibi çeşitli zorba cümlelerin havada dolaştığı zamanları gerçek sanıyordum. Aslında onlar için gerçeklerdi bunlar, çünkü ben ait olmadığım bir yerde, çok da istemediğim bir iş için duruyordum. Onların gerçeklerini, kendi gerçeklerim sanıyordum.
Sonrasında hayat öyle bir aktı ki… Yerin dibinde, karanlıklarda olduğum zamanlarda değerlerim yerinden oynadı. Üst alt oldu, alt üst oldu. İnsanların sesi bile değişti kulağıma gelen. O yerin dibinde geçirdiğim günlerim için o kadar şükrediyorum ki. Ailemden destek almadan yaşamaya çalıştığım, tek öğünle yemeyi geçiştirdiğim (meğer if yapıyormuşum :), Eminönü'nü arşınlayıp bijuteri işine girdiğim zamanlara şükrediyorum. (1 öğün yemek ve saatlerce yürümek, nasıl fit biriydim anlatamam :) Arkadaşımın sanat yönetmeni olduğu bir filmde, kostüm asistanı olarak çalıştım bir süre. Bana sağladığı imkan için ona minettarım. Bayrampaşa'dan, Kozyatağı'na gibi alakasız semtler arasında geçirdiğim 15-20 gün, sanki terapi gibiydi. Ellerimde kıyafet torbaları, sırtımda çantam, her yere trenle gidip geliyordum ve İstanbul benim olmuştu. Her gün yeni bir güne, daha aydınlık bir zamana uyanıyordum. (Meral benimle çalıştığı sırada muhtemelen bunları bilmiyordu, bir şey çaktırmama konusunda bir dünya markasıyım çünkü)
Yarattığım gerçekliğin yıkılması beni de yıksa da, o gerçekleri aslında benim yaratmamın mümkün olmadığını görmüş oldum. Başkasınındı o gerçekler. Hayatın akışına eşlik etmem gerektiğini, gerçeğin zaten hayatın içinde olduğunu görmeye başladım (çok şükür yaradan yar ve yardımcım oldu :) Ve bazı şeyler değişmeye başladı. Evlendim- istediğim için, anne oldum- istediğim için, ikinci kariyerime başladım- istediğim için, bana iyi gelmeyenleri ya hayatımdan çıkardım ya hayat onları uzaklaştırdı- ben istediğim için hayat bana eşlik etmeye başladı. Mesela sadekarlık için ilk defa İsmek’te eğitim almıştım. O kadar ilkel bir eğitimdi ki, YouTube videolarını izleyerek kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Ama o kadar seviyorum ve istiyorum ki bu işi yapmayı, özel bir kurumda eğitim almaya karar verdiğimde beni direk ustalık seviyesinden başlattılar. Çünkü evde kıç kadar malzememle devamlı çalışmıştım. (TV’de çalışırken bana en zor gelen şeydi o bilgisayarı açıp klavyenin başına oturmaktı...)
Düz bir yemek masasından, kuyumcu masasına geçiş yapana kadar olan o ara zamanda neler yarattım bir görseniz :) Belki bunu hep söylüyorum, “ben artık eski ben değildim” diye hani Gizem 2.0’ım ya :) Yeni tanıştığım insanların bana “sanki çoğu şeyi çözmüş gibi bir havan var” demelerine bayılıyorum çünkü asla öyle bir şey yok :) Başımı sallıyorum, he he, varsın çözdüm sansınlar. Kendim için ne kadar yol katettiğimi görmemi sağlıyor böyle cümleler. Hey gidi hey nereden nereye… Yerin dibinden, kuyumcu masasına diyorum.
Gel gelelim asıl ne anlatacağım; yılbaşı için bir kermese katıldım, çok zevkli geçti, yorucuydu ama tanıdıklarımla bir etkinlik yapıyormuşuz gibi bir hissi vardı. Böyle sınırsız çay, yan standlarla hoş sohbet, işlerimi alan ve iltifat edenler oh oh çok iyi geldi bana. Bir ara boşlukta daha derin bir sohbete başladık yan stand komşumla, bıraktığı kariyerini hiç sevmediğini, o bölümü babasının zoruyla okuduğunu anlattı. Aa! Bana bir aydınlanma daha geldi. O kadar içime dönmüşüm ki, kendimden başkasının aynı şeyleri yaşayabilme olasılığını hiç düşünmemişim bile. Daha doğrusu o hikayeleri duymamışım. Kendimi koruyayım, iyileştireyim, değiştireyim, bana öyle oldu onu düzelteyeyim, bana böyle oldu bunu düzelteyim derken, insanlardan uzaklaşmışım. Halbuki aile zoruyla istemediği alanlarda üniversite okumak ya da çalışmak zorunda olan ne kadar çok insan var. O kadar derin derin anlattın da, ya sen kimsin Gizem Allah aşkına, sen o sahildeki bir kum tanesisin, evrendeki minnoş bir yıldızsın, Türkiye’de yaşayan milyonlarca insandan birisin, İstanbul’un keşmekeşinde üzerine araba sürülen bir martısın, Kadıköy’ün cehepe’li teyzelerinin hor gördüğü orta yaşlı bir gençsin, Göztepe’nin metro inşaatı artık ne zaman bitecek diyen binlerce kişiden birisin. Demek ki Gizem 3.0’ e geçmenin zamanı geldi. Daha yeni 2.0 olmuştum bu ne hız heheh..
Bugün benim için yeni bir gün. Kendimi dinlemeyi nadasa bırakıyorum ve insanların arasına dalıyorum. Belki halkla ilişkiler eğitimine gitmeliyim, yogaya başlamalıyım, moxo testinde aşırı yüksek çıkan kaygımla ilgili harekete geçmeliyim, satış odaklı olmalıyım, yolda merhaba merhaba diye yürümeliyim, sadece sanat dememeliyim, pastanede beğenmediğim sandviçi değiştirmelerini söylemeliyim, kızım baleyi sevmiyor diye şaşırmamalıyım, aklıma çok geliyor hepsini yazamayacağım ama fikir tekliflerine açığım…
(O kadar anlattım şimdi ne oldu?)
Gizem.
xx
Comentarii